Üç Kıtanın Hâkimiyetine Açılan Kapı: Bilecik Ve Söğüt Gezi Notları

Yurt İçi Geziler 2 Eylül 2016 16:20
Videoyu Aç Üç Kıtanın Hâkimiyetine Açılan Kapı:  Bilecik Ve Söğüt Gezi Notları
A
a

Sabahın bereketli saatlerinde bir grup fedainin işi gücü yine ecdad topraklarının havasını solumak ecdadın ayak bastığı toprakları bir de kendi ayaklarıyla arşınlayıp basiretiyle idrak etmekti. Yeniden fetholunmaya gidiyormuş gibi yoluna revan olduğumuz Kutlu Dirilişin Kalbi, Osmanlı’nın filizlendiği toprak Bilecik bizi ferah, naif ve bir o kadar da gönüllere sürûr verici bir g

 
Güneşin çat kapı çıkageldiği bir günde evvela eski Osmanlı Bilecik’inin kalıntılarının bulunduğu diyara geldik. Geldik amma evvela Bilecik hakkında biraz kulak dolgunluğumuz olsun deyû mihmandarlarımız tarafından bilgilendirildik.
 
Kuruluşu M.Ö 3 bin yılına dayanan bu yerleşim yerinin münbit topraklarından zirai anlamda faydalanıldığı gibi kalay çıkarımı açısından da oldukça elverişli olduğunu öğreniyoruz. Doğu Roma İmparatorluğu’nun önemli şehirlerinden olan ve geçmiş zamanın Bitinya bölgesinde bulunan Bilecik, Agrilion ve Belekoma olarak isimlendirilmekteymiş. Türkler’in 1071’den itibaren Anadolu’ya yönelmesiyle ve yönünü batıya çevirmesiyle Bilecik, Bizans ile Türkler arasında bir tampon bölge konumunda kalmış. 1299’da da Osmanlı devletinin temellerini atacak olan 400 çadırlık birlik burada nüvelerini toprağa harman eylemişlerdir.
 
Kuruluşunun manevi ayağı Şeyh Edebâlî gibi bir maneviyat eri, ilk Şeyhülislamı Dursun Fakih gibi  bir âlim, bu yola başını koyan cengaver ise Osman gibi bir yiğit olan kuruluşun ve kurtuluşun merkezi Bilecik…
 
İkinci Abdülhamid Han döneminde Ertuğrul sancağı ismini alan Bilecik 1924’te kanunnâme gereğince -vilayet olmadığı halde- 70 binlik nüfusu Yunanlılar tarafından eritile eritile 4 bine kadar düşen sancak, üstün gayretleri ve özverili tavırlarına teveccühen kalkınmaları adına il yapılarak eski verimliliği ve varlığı canlandırılmak istenmiştir. Milli mücadelenin başlangıcı ve ilk düzenli ordu burada gerçekleşmiştir.
 
Bilecik’in evveliyatını biraz olsun öğrenmeye gayret ederken Mihmandrımız Ali Hoca öncülüğünde Osmanlı Bilecik’ine, Emirler Mahallesi’ne geldik. Geldik amma her milleti bizler gibi sanmayın. Biz girdiğimiz yörelere şenlendirme politikasıyla teveccüh ederken Yunan gibi pek medeni(!) milletler ise koskoca mahalleden geriye külahları kırık bir kaç minare, bir hamam, mescid, imaret ve temellerine muhayyilelerimizde yeniden inşa etmek zorunda kalacağımız ama hiçbir vakit ecdadınkine benzeyemeyecek acizlikteki evleri, hamamları, mescidleri hayal etmek kalmış… Çevresi surlarla çevrilmiş olan Emirler mahallesinde Karacalar Cami’ini, hamamı, Orhan Gazi İmareti’ni -1320’lerde yapılmıştır- ziyaret eyleyerek hocamızdan öğreniyoruz ki Ekrem Hakkı Ayverdi’nin dediğine göre bu yapılar Osmanlı’nın ilk eserleri imiş.
 
Bizlerde devirler arası uzun bir yolculuğa çıkarak yine bizim vefasızlığımızdan ötürü harap olmuş sanki ayakta durmaya mecali kalmamış da düşmana boyun eğmiyormuşçasına direnen, medeniyetinin ihtişamını temsil etmek istercesine ayakta duran ecdad yadigarlarını uzun uzadıya temaşa ediyoruz. Sadece bu yadigarlar değil bizi hayrete düşüren, öyle münbit ve muhkem bir bölgeye yerleşilmiş ki hem coğrafyasına hem de ecdanın keskin zekasına hayran olmadan edemiyoruz. Emirler mahallesinden ayrılmazdan evvel hocamızdan öğreniyoruz ki, nasıl ki II. Abdülhamid Han Hicaz demir yolları ile İstanbul ile Medine’yi kardeş şehir yapmak istemiş ve Anadolu’da bu demir yollarının kalbi Bilecik’ten geçmişse, Bizans ve Roma’nın da Kudüs’e açılan yolları Bilecik’in dağlarından geçmekteymiş. İmareti ziyaret eyledikten sonra indiğimiz patika yolu ağır ağır yukarı doğru çıkarken evvelki gün kar düşen buraların bugün güzel bir güneşle aydınlanmasına şükrederek ve  kabirlerdeki ölmüşlerimize Fatihalar hediyye eyleyerek otobüsümüze biniyoruz.

Zihinlerimiz dolambaçlı yollarda eski zamanlara yolculuk yaparken her yerde izini bulduğumuz Cennetmekan II. Abdülhamid Han’ın ellerini burada da üzerimizde hissediyoruz. 1905 yılında yaptırılan belediye binasını ve 1902’de 25. cülüs sebebiyle -devletin çeşitli şehirlerinde olduğu gibi- burada da bulunan saat kulesini ziyaret eyliyoruz.Yine yola revan olarak öğle namazlarımızı da eda eylemek adına 1392’de (Ayverdi yanlış olduğunu ifade ediyormuş) yapıldığı söylenen minareleri sonradan ihdas edilmiş olan Orhan Gazi Cami’ne geliyoruz.Evvelinde karşı zaviyesinden temaşa eylediğimiz bölgeye gelerek bu güzel manzarayı ve geldiğimiz yolları bir de bu cepheden seyreyliyoruz. Namazın ahırinde caminin avlusunda hemen bir bilgilendirilmeye tabi tutularak bu caminin bugünkü şeklini II. Abdülhamid Han zamanında aldığını evvelinde de işgallerde harap olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca hocamız, Osman Gazi’in, bulunduğu mescidde Kur’an-ı Kerim var diye ayaklarını uzatmadığını, biraz okuduktan sonra gayr-ı ihtiyari daldığı uykusunda ki rüyasında sadrından bir çınar ağacı çıktığını ve bunun üç kıtaya yayıldığını, Şeyh Edebali’ye rüyasını anlattığında ise “sen bir devlet kuracaksın ve bu üç kıtaya yayılacak bunun için ise halis bir soydan gelen kızım ile evlen” diyerek bu rüyayı tabir ettiği rivayet edildiğini bizlere aktardı.
 
Kayalar üzerinde şehre hakim bir yamaçta inşa edilen bu cami akabinde hemen daha yüksek bir tepede bulunan türbede çocukluğumuzdan beri öğrenegeldiğimiz, Osmanlı’nın kuruluşunun manevi liderlerinden olan Şeyh Edebâlî’nin, hanımı ve kızının türbelerini ziyaret ettik. Aslen Karamanlı olan  olan Şeyh Edebâlî devletin fikir babalarındandır. Duamızı eyleyip Fatihalarımızı hediyye eyleyerek bir kere daha ecdadımıza topraklarımıza şöyle bir bakıyor ve şükrediyoruz böyle hayırlı bir neslin evlatları olduğumuz için…
 
Şehre hakim bir tepede konaklayarak yemek molası verirken aklımız hep bulunduğumuz mekanın uhreviyetinde ve “acaba daha nelerle karşılaşacağız” sorusuna cevap arar halde iken Bilecik’i bir de bu tepeden görmek zihinlerimizde tam bir resim oluşmasını sağlamış oldu.
 
Mehmet Kavak Hocamızın rehberliğinde gerçekleşen Söğüt gezimizde; “Nereden geldiğini unutma ki nereye gideceğini unutmayasın” sözüyle bizi şehrine kabul eyleyen Ertuğrul Gazi’ye rahmet ederek Söğüt’e geliyoruz. Şehrin içerisinde yol almaya devam eden otobüsümüzden Anadolu insanını seyreyleyerek son dönem geleneksel Osmanlı kıyafetlerinin sergilendiği müzeyi hemen akabinde ise yine II. Abdülhamid-i sani tarafından inşa ettirilmiş olan cami ve idadiye varıyoruz.
 
Küçük, çift mimareli olan 1325’te yaptırılan bu cami Çifte Minareli Hamidiye Cami olarak bilinmekte. Bir yapılar topluluğu olarak inşa edilen komplekste caminin hemen karşısında bugün halk kütüphanesi olarak kullanılan bina ise zamanın mekteb-i idâdî binası imiş. Bu binanın arması, ağırlığından ötürü İstanbul’dan dokuz mandayla buraya taşınmış. Bu kompleksin içerisinde bir de Sultan Reşad taraından yaptırılan zamanın daru’l-eytamı -yani yetimhanesi- bulunmaktadır.
 
Caddeyi boylu boyunca yürüyerek Kaymakam Said Bey Çeşmesi ve Çelebi Cami’inin olduğu meydana geldik. Sultan Reşad döneminde 1917’de yapılan çeşme neo-klasik yapıda, son dönem Osmanlı eserlerindendir. Avlusunda anıtsal bir çınar olan Çelebi Cami’ne müdahil olamadıysak da meydandaki varlığıyla mutmain olduk.



Tüm gün boyunca çeşitli sebeplerle adını andığımız kendisine her fırsatta rahmet okuduğumuz Ertuğrul Gazi’nin camisine -nam-ı diğer Kuyulu Mescid’e- revan olduk. Camimizin pek müşfik ve bir o kadar da canı tez olan imamı Şahin Bey’den 1281 tarihinden evvel inşa edilen bu caminin, kuyunun ve Ertuğrul Gazi’nin hikayesini dinlerken kah güldük kah şaşırdık. Bu caminin harim bölümü Osmanlı’nın bu topraklardaki ilk eseri, kuyusun bulunduğu sonradan ihdas edilen bölüm ise son eseri imiş. Zamanın Rum mahallesinde inşa edilen bu camiye uzun bir müddet tepkilerinden ötürü müslümanlar namaz kılmaya gelmemişler. Hatta Söğüt çayırı zehirlendiği ve Ertuğrul Gazi de buradaki kuyuyu bulduğu vakit inatlarından yine bir zaman ne namaz kılmaya ne de su almaya kimse gelmemiş müslüman ahaliden. İlk kazmasını Ertuğrul Gazi’nin attığı bu mescid, II. Abdülhamid Han zamanında tadilat görerek bir de kubbe eklenmiştir. Ertuğrul Gazi’nin kuyuyu nasıl bulduğuna gelecek olursak; evvelde dendiği gibi Söğüt çayırı zehirlenince Ertuğrul Gazi önder olarak kendinde su bulması gerektiği bilincini idrak etmiş ve günlerce bunu düşünmüş. Bir gün bu mescidde otururken giriş tarafında bir yeşillik peydah ettiğini ve eğer yeşillik varsa su vardır diyerek toprağı kazmaya başlamış. 15. metrede ulaştığı suyu üç gün kendisi içerek bizzat bu suyun zehirli olup olmadığını tetkik etmiş ayrıca atına da içirmiştir. Ve yine Rumlar dahi su almaya geldiği halde müslümanlar su olmaya gelmemişler o vakit buraya. Ertuğrul Gazi 93 yaşında 51 yıllık Söğüt geçmişinin nihayetinde burada vefat etmiştir.
 
Güzel insanlar güzel işler yaptılar ve bizlere de hatırlarımızda yâdlarını bırakıp irtihal-i dâr-ı beka eylediler… Bu hoş sohbet nihayetinde yüzlerimizde birer tebessüm, ikindinin mahmurluğu ile cami civarındaki restore edilmiş olan eski evlerin civarında biraz dolaşıyor, Söğüt çayırını ve civarına göz gezdiriyoruz.
 
Gezimizin sonuna yaklaşırken -biraz hüzünlensek de bu duruma- Ertuğrul Gazi’yi ziyaret eylemek ve huzurunda bulunmak için can atıyoruz.
 
Kısa bir yolculuktan sonra geldiğimiz Ertuğrul Gazi Türbesi’nde ise daha giriş kapısının sağında bizi hanımı Halime Hatun içeriye buyur ediyor. Bu hürmetkarlık karşısında mahcup oluyor dilimizde Fatihalar dolanırken Ertuğrul Gazi’ye misafir olmak ve Yunan işgalinin o elim ve acımasız izlerini savunmamızın bir gurur nişanesi olarak görmek için ağır ağır ilerliyoruz türbeye doğru. Okunan fatiha ve ihlaslarla beraber dualarımızı ederken hangibirimizin kulağında, hangi tahayyüllerin debdebesi çınlıyor kim bilebilirdi?..


 
Osman Bey tarafından açık mezar olarak yapılan kabirler Çelebi Mehmed döneminde türbe yapılarak kapatılmış III. Mustafa döneminde de kubbe eklenerek II. Abdülhamid Han zamanında da bugünkü görünümüne kavuşmuştur.
 
Küçük bir çay molasıyla yaptığımız hoş bir sohbetin ardından son durağımız olan Osmanlı Devleti’nin ilk Şeyhü’l-islamı Dursun Fakih’e doğru yola çıktık.
 
Akşam olmak üzere herkeste bir mahmurluk ama bir yandan da bugünün minneti omuzlarımızda… Akşam kızıllığının çökmeye başladığı vakitlerde yine şehre hakimiyeti olan yüksek bir tepede bizim gördüğümüz gözlerle yalnız bir  yaşam sürdüren Dursun Fakih’in huzuruna geldik.
 
Dualarımızı burada da eksik etmeyerek Osmanlı coğrafyasının bu beldesinde böyle bir vakti yaşamanın şükrünü eda edemedik. Aslen Karamanlı olan Dursun Fakih, Şeyh Edebali’nin damadı, Osman Bey’in bacanağı ve Osmanlı’nin ilk Şeyhülislamıdır. Osman Bey adına ilk hükümdarlık hutbesini okumuştur. 1327’de vefat etmiştir.
 
Gün batımının muhteşem kızıllığında Dursun Fakih’in misaifirliğinde nihana eren yolculuğumuzun bereketiyle İstanbul yoluna düştük. Kendisine müteşekkir olduğumuz rehberimiz Ali Bey ve muhterem eşine teşekkürlerimizi arz ederek Bilecik’i onlara emanet ettik ve biz de rotamızı İstanbul’a çevirdik.
 
Osmanlı coğrafyasına yolculuk gezilerinin ikincisi böyle nihana ererken bizler yine bizlerin buralara vasıl olmasına ve bu coğrafyaları solumamıza vesile olan İstanbul Tarih ve Kültür Topluluğu Yönetimindeki hocalarımıza müteşekkir bir şekilde hafif bir yorgunluk lakin muhteşem bir günün birikimiyle Dersaadet’e kavuştuk. Dileriz ki Allah emeklerini ömürlerine bereket eylesin ki daha nice arkadaşlarımız bizler gibi bu gezilerden nasiplerini alsınlar.
 
Meliha Açıkgöz
1000
icon

Henüz yorum yapılmadı,
İlk Yorum yapan siz olun...

duyurular DUYURULAR
editörün seçtikleri EDİTÖRÜN SEÇTİKLERİ
hava durumu HAVA DURUMU
anket ANKET

e-gazete E-GAZETE
arşiv HABER ARŞİVİ
Bu haber ilginizi çekebilir! Kapat

İstanbul'dan Dünya'ya Tarih'in İzinde