Mimarlık, şehir kültürü, İstanbul ve İstanbul kültürel mirası üzerine düşünen, okuyan ve yazan Mimar Sinan Genim ile dünya küresinin mücevher beldesi İstanbul üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik
Türkiye’nin yetiştirdiği önemli mimar ve şehir tarihçilerinden birisi olan Dr. Mimar Sinan Genim, İstanbul’un şehir hafızasını en iyi bilen isimlerden.
Mimari alanda 2023 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü başta olmak üzere birçok ödül sahibi Genim, günümüze kadar tasarlayıp uyguladığı projeler restore ettiği yapılar ve yenileme çalışmalarıyla bir mimarın sadece binaların projelerini çizen ve planına göre yapılanmalarını yapmalarını sağlayan kimse değil yaşam kültürü inşa eden bir sanatçı olduğunu gösteren bir isim.
Röportaj: İbrahim AKKURT

Ömrünü İstanbul’a adayan birisi olarak İstanbul sizin için ne ifade ediyor? İstanbul üzerine neler söylemek istersiniz?
İstanbul dünyada yaşanacak şehirlerin en muhteşemidir. Böyle bir şehir dünyada yok. İçinden deniz geçiyor, deniz şehrin içine kadar gidiyor ve müthiş hareketli. İnsan Eminönü'nden binip Boğaziçi turu yaptığı zaman bambaşka dünya ile karşılaşıyor. Benim gençliğimde İstanbul'un nüfusu 1 milyondu. 1 milyonun yaklaşık 500 bini Balkanlardan, Anadolu'dan farklı şekillerde gelenlerden oluşuyordu. Bugün göç ile gelenlerle birlikte nüfus 15 milyon. Asıl olan 500 bin kişinin 15 milyonu içine alacak hali yok. Onlar burada doğacaklar, büyüyecekler, kuşaklar geçecek, elbette kökenlerini belirtecekler fakat artık hiçbir şekilde geldikleri yere dönüp orada yaşantılarını sürdürmeleri mümkün olmayacak. Nostaljik bazda burada doğanları oraya bir haftalığına götürsek zor dururlar. Bu bir gerçek. Bu gerçeğin farkına varıp ona göre yol yordam belirlememiz lazım. Bu şehir hızla tüketildi. Bu tüketimin yerine yeni bir şeylerin konmalı, belirli bir şekilde şehri desantralize etmek gerekiyor. Türk Hava Yolları, İstanbul’dan dünyanın en çok noktasına uçuş yapan (264 noktaya) bir havayolu. Bazı yolcular için aktarma merkezi olarak da kullanılan İstanbul, dünya coğrafyasının merkezinde yer alması sebebiyle çok özel bir konuma sahip.
XVI. yüzyılın ortalarında bir süreliğine İstanbul’da kalan ve onun sahip olduğu nitelikleri değerlendiren Petrus Gyllius; “Diğer bütün kentler ölümlüdür, ama İstanbul, sanırım, insanlar var oldukça yaşayacaktır.” demektedir. Bu sözün boşu boşuna söylenmediğini anlamamız gerekiyor. Lygos’tan bu yana altı kez yıkılıp yeniden yapılanan bu şehir varlığını sonsuza dek sürdürecektir. Önemli olan bu şehir varlığını sürdürdüğü sürece yaşayanların ona ne kadar katkıda bulunduğu, gelecek kuşakların faydalanması için kültürel olarak ne yaptığıdır. İçinde yaşadığımız şehir bizi oluşturur. İnsan çevresini, yaşadığı yeri, o yerin geçmişini bilmelidir. Nerede yaşadığının farkına varmalıdır ki kendisine bir gelecek oluşturabilsin. İçinde yaşadığı şehri tanımayan onun nelere malik olduğunun farkında olmayan insanların o şehri nasıl koruyabileceğini anlamak gerçekten zor oysa biraz gayret göstererek bastığımız yeri toprak diyerek geçmeyip tanısak sırtımızda taşıdığımız zenginlik ve kültürel miras hepimizi daha mutlu ve özgüvenli hissettirecek dolayısıyla geleceğe daha güçlü yürümemizi sağlayacak potansiyele sahiptir
Günümüzde İstanbul için yapılan pek çok şeyin sadece günlük ihtiyaçları gidermek amacıyla yapıldığını görüyorum. Gelecek için çok az şey yapılmakta gerek merkezi yönetimin gerekse yerel yönetimin böyle bir kaygısı neredeyse yok. Geleceğe hitap etmesi düşünülen anıtlar geçmişin kopyaları değil, geçmişten ders alan özgün tasarımlar olmalıdır. Bizim insanımızın geleceğe hitap edecek tasarımlar yapacak bilgi ve beceriye sahip olduğuna inanırım, ancak bunun için teşvik edilmeleri ve belirli oranda devlet tarafından desteklenmeleri gerekiyor.
İstanbul'da sizi en çok etkileyen mekanlar nerelerdir?
İstanbul'u yapıları itibarıyla kendi içinde ayırabilirim. Yönetim merkezi olarak elbette Topkapı Sarayı derim. Dini yapı olarak benim için Süleymaniye Camii önde gelir. Kuzguncuk'ta ahşap Ahmet Esad Efendi Mescidi vardır. Çocukluğumda da özelikle teravih namazları için oraya giderdik. Bende yeri farklıdır ve daha insani bir boyuttadır. Süleymaniye'nin haşmetiyle ezilirsiniz. Konut sivil yapı olarak Sedat Hakkı Eldem Bey'in Sosyal Sigortalar Binası vardır. Çok hoş gelir gözüme. Anadoluhisarı’nda bulunan Amcazade Divanhanesi, Bebek Kavafyan Evi, Çengelköy Sadullah Paşa yalısı çok önemli yapılardır. Yeni yapılanlar içinde Sancaklar Camii'ni söylerim. BBC onun için 50 dakikalık "Modern İslam'ın yüzü" diye program yaptı çünkü o farklı bir tasarımdır. Yeni düşüncelerin ve yeni fikirlerin yeşermesi için mekân çok önemli. Diğer taraftan Çemberlitaş bana göre İstanbul’un mihenk taşıdır.

Çemberlitaş için İstanbul’un mihenk taşı demektesiniz bunu biraz açar mısınız?
Elbette. Bir dönemin Forum Constantinisi’nden geriye kalan tek yapı olan Çemberlitaş hemen her dönem yabancı gezginlerin ilgisini çekmiş ve çok sayıda gravürü yapılmıştır. Son restorasyonu 2001-2010 yılları arasında yapılan Çemberlitaş aynı zamanda içinde yaşadığımız şehrin mihenk taşı görevini yapmaktadır.
Marlia Mundell Mango bir yazısında Constantinopolis için; “Roma’da olmayan olağanüstü bir güzelliği vardı.” demektedir. İmparator Septimus Severus’un (193-211) II. yüzyılın sonları ile III. yüzyılın başlarında yaptığı düzenlemeler sonucu şehirde çeşitli ana ve ara caddeler oluşmuştur. Bunlardan en önemlisi “Decumanus maximus” veya daha bilinen adı ile “Mese-günümüz Divanyolu” caddesidir. Constantinus döneminde şehir surlarının daha batıya alınması ile birlikte bu cadde yeni surların tören kapısına kadar uzatılır, eski surların bulunduğu bölümde, II. Tepe’nin tam üstüne “Forum Constantini” inşa edilir. Yeni Roma’nın açılışı, Constantinus’un 25. hükümdarlık yılına denk getirilir. Astronomlar ve gök bilimciler bu açılış için 4 Kasım 328 tarihini uygun görürlerse de daha sonra yeni bir tarih belirlenir; 11 Mayıs 330. Yeni Roma’nın kuruluşunun en önemli simgesi olan “Forum Constantini” bu törenlerin en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Hipodrom’daki törenden sonra, Forum Constantini’ye gelen İmparator ve halk tarafından yapılan kutlamalarla tören sona erer.

Çemberlitaş’ın kayıtlara geçen ilk onarımı İmparator II. Theodosius (408-450) döneminde yapılır. Günümüzde üzerinde yer alan demir çemberlerin ilk olarak hangi tarihte yapıldığı konusunda güvenilir bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak 1079 yılında yıldırım düşmesi sonucu zarar gören demir çemberlerin yenilendiğine dair bir kayıt bulunmaktadır. 1105 yılında şiddetli bir fırtına sonucu en üst bölümünde yer alan üç tamburun devrildiği, İmparator Manuel Komnenos (1143-1180) tarafından yapılan tamirat sırasında iki tamburun yerine yerleştirildiği, üçüncü tamburun ise yeniden yapıldığı ve üzerinin mermer plakalarla kaplandığı söylenmektedir. Ancak o kadar yüksek bir mesafeden düşen tamburların parçalanmadan kalmasının mümkün olamayacağını düşündüğümüzde yalnızca bir tamburun düştüğü ve yerine bugün görmekte olduğumuz tamirin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu tamiri belirten kitabenin üzerinde; “Dindar İmparator Manuel zamanla harabeleşen bu kutsal eseri onartmıştır” yazısı okunmaktadır. Zaman içinde meydana gelen deprem ve yangınlar sonucu büyük tahrip olan Forum Constantini, en son darbeyi Latin İstilası sırasında alır. Forum’da bulunan değerli tüm metal aksam ve taşlar sökülerek Avrupa’ya taşınır.
Şehrin fethinden sonra bu anıtın zaman zaman onarılarak yaşatılması, Osmanlı İmparatorluğu anlayışının geçmişle özellikle de eski uygarlıklarla ilişkisini açıklaması açısından çok önemlidir. Camiye çevrilen kiliselerin onarılmasından farklı olarak hiçbir yararlı fonksiyonu olmayan bu sütunun şehrin geçmiş dönemlerine ait bir anı olarak korunmasına çalışılmıştır. 1779 yılında meydana gelen yangın sırasında sütunda ve özellikle kaidesinde meydana gelen çatlak ve bozulmalar sonrası, sütunun emniyete alınması için kaidesi, küfeki taşlarla örülmüş minare kaidesine benzer ilave ile güçlendirilmiştir.
Çemberlitaş’ın dikiliş tarihi olarak 328 veya en geç 329 yılı kabul edilmektedir. Yani yapılışından günümüze 1696 ve 1697 yıl geçmiştir. Orijinal Forum Constantini zemininden 35 metre yüksekliğinde olan Çemberlitaş, şehrin yaşadığı bunca fırtına, yangın ve depreme rağmen ayakta durmakta ve varlığını sürdürmektedir. Bunun için Çemberlitaş’a İstanbul’un mihenk taşı diyebiliriz.

“Üsküdar için birkaç dilde yazılmış açıklamalar içeren turistik gezi rehberi oluşturulmalı, gezilecek alanlar günümüz beklentilerine cevap verecek şekilde düzenlenmelidir. Kaliteli ve özgün hediyelik eşya üretimi için acilen çalışılmalıdır. Üsküdar için uluslararası beğeni toplayacak bir müzenin yapımı da düşünülmeli ve bunun için harekete geçilmelidir.”
Eserlerinizde Üsküdar’a özel önem vermektesiniz. Üsküdar geçmişten günümüze nasıl şekillenmiştir ve Üsküdar için neler yapılmalıdır?
Günümüz Üsküdar Vadisi’nin bulunduğu alan antik çağda “Khyrsopolis” adı ile bilinmektedir. Khyrsopolis “Altın Şehir” anlamına gelir. Bir anlatıya göre; Persler Anadolu ve Yunan Yarımadası’nda kazandıkları savaşlardan elde ettikleri ganimetlerle, burada çok güzel bir şehir kurar ve şehre “Altın Şehir” adını verirler. Çevredeki halklardan aldığı vergilerle zenginleşen şehir bu isimle ün salar. Bir diğer anlatıya göre de Üsküdar’a “Khyrsopolis” denmesinin nedeni; güneş batarken Sarayburnu tarafından, Üsküdar’ın altın renginde görünüyor olmasıymış. Khyrsopolis aynı zamanda MÖ VII. yüzyılın başlarında kurulduğu bilinen Khalkedon’un iskelesi görevini de görmektedir. Her tür rüzgâra ve akıntıya kapalı olan geniş koyu hem gemilerin yanaşmasına hem de tersane olarak kullanıma elverişlidir.

“Escutaire” ismi ilk olarak IV. Haçlı Seferi dolayısıyla yazılan bir kitapta karşımıza çıkmaktadır. “Escutaire” ismi Fransızca “Haliç” anlamına gelmektedir. O dönemde küçük bir Haliç hâlinde olan “Üsküdar Koyu” bu isme neden teşkil eder. Daha öncede belirtmeye çalıştığım gibi erken dönemlerde bölgenin adı “Khyrsopolis”tir. Daha sonra bir dönem “Damalis” adı kullanılsa da hiçbir zaman “Scutari” ismine rastlanmaz. Haçlılar tarafından verilen “Escutaire” isminin yerel halk tarafından “Scutari” olarak kullanıldığını kabul etmek gerekir. Bazı isimlerin geçmişini aramak için çok fazla detaya girmeye gerek yoktur. Geniş halk kitleleri genelde “Eskidâr” gibi basit çözümlere başvurur.
Fetih sonrası İstanbul ve Bilâd-ı Selâse kadılıkları denilen dört hukuki bölgeye bölünür ve bunlardan biri de Üsküdar’dır. Osmanlı İmparatorluğu idaresi o güne kadar Anadolu Yakası’nın en büyük yerleşmesi olan Kadıköy yerine Üsküdar’ı tercih eder. Fatih Sultan Mehmed’in fetih sonrası eski adıyla “Damalis” yeni adıyla “Salacak” denilen bölgede bir mescit yaptırdığı bilinmektedir. Üsküdar’da inşa edilen ilk anıtsal yapı Doğancılar Tepesi’nin kuzeybatı ucundaki 1471-1472 tarihli Rum Mehmed Paşa Camii’dir. Zaviyeli tip dediğimiz bu yapı, İstanbul’un erken dönem yapılarına örnek teşkil edecek plan ve görünüşe sahiptir. Rum Mehmed Paşa Camii’nin inşasından seksen beş yıla yakın bir zaman sonra 1556-1557 yıllarında Sultantepe Yamacı’nda Mihrimah Sultan Külliyesi inşa edilir. Evliya Çelebi seyahatnamesinde; “Üsküdar yanlış söyleniştir, aslı ‘Eskidâr’dır. Üsküdar Bahçesi yerinde Harun Reşid’in çadırı yerinde Seydî Battal Gazi’nin yedi sene oturup bağlar ve evler yaptığı binalardır. Bunun için Eskidâr derler. Üsküdar galattır” demektedir.
Evliya Çelebi; “Bu Üsküdar toprağı mukaddes toprak olup Anadolu, Arap, Acem, Hind ve Sind diyarlarının geçiş yeri olduğundan gayet işlek büyük şehirdir. İstanbul’dan altı mildir. Fakat Karadeniz akıntısı şiddetli olduğundan kayıklar Beşiktaş adlı mahale varıp oradan Üsküdar’a salarlar, öyle dokuz mildir… Ancak Üsküdar’a geçmek gayet zordur. Özellikle lodos havada gayet sakınmak lazımdır. Hâlâ bu Üsküdar şehrinde 70 Müslüman mahallesi, 11 Rum ve Ermeni mahallesi, bir Yahudi mahallesi vardır. Fakat Frenk keferesi yoktur, çevresinde kalesi de yoktur” diye yazmaktadır.
Üsküdar için birkaç dilde yazılmış açıklamalar içeren turistik gezi rehberi oluşturulmalı, gezilecek alanlar günümüz beklentilerine cevap verecek şekilde düzenlenmelidir. Kaliteli ve özgün hediyelik eşya üretimi için acilen çalışılmalıdır. Üsküdar için uluslararası beğeni toplayacak bir müzenin yapımı da düşünülmeli ve bunun için harekete geçilmelidir.
“İstanbul’da İnşa Edilen İlk Osmanlı Bahçesi, Beykoz’daki Tokat Bahçesi’dir.”
“Mekansal Hafıza ve İstanbul” isimli kitabınızda İstanbul’un günümüze ulaşamayan ve pek te bilinmeyen eserlerinden birisi olan Tokat Kasrı ve Bahçesinden bahsetmektesiniz. Bize bu mekandan bahseder misiniz?
Fetih öncesi Konstantinopolis’te saraya ait bazı bahçe ve parklar bulunduğu dönemin metinlerinden anlaşılmaktadır. Bunlar içinde, “Philopation” ve “Aretai” sık sık adı geçen banliyö bahçeleridir. Bu bahçelerde imparator ve yakın çevresi zaman zaman avlanmakta ve atla gezintiler yapmaktadır. Adı geçen diğer iki bahçe ise sur içinde, günümüz Sultanahmet bölgesinde bulunan Büyük Saray ve Sur-u Sultani içinde yer alan Mangana Sarayı çevresindeki bahçelerdir. Büyük Saray civarındaki bahçe “Mesokepion" adıyla anılan yüksek duvarlarla çevrili içinde meyve ağaçları ve süs bitkileri bulunan bir alandır. Mangana’daki Aya Yorgi Manastırı’nı çevreleyen geniş alan büyük bir bahçe olarak kullanılmaktadır. Fetih sonrası Philopation ve Aretai bahçelerinin zaman içinde mezarlık alanlarına döndüğü, Mesokepion Bahçesi’nin ise Büyük Saray’ın terk edilişiyle kullanım dışı kaldığı düşünülmektedir. Mangana bölgesindeki bahçe ise fetih sonrası Sur-u Sultani ile çevrelenen alan içinde kalmış, Osmanlı döneminde büyük bir bölümü bahçe olarak kullanılmaya devam edilmiş çeşitli kotlarda yapılan köşk ve kasırlarla zenginleştirilmiştir.

Tokat Deresi Vadisi 1875 - Abdullah Kardeşler
Fetih sonrası İstanbul çevresinde düzenlenen ilk bahçenin Beykoz Vadisi içlerindeki “Tokat Bahçesi” olduğu kabul edilmektedir. Fatih Sultan Mehmed tarafından tesis edildiğini bildiğimiz bu bahçe XX. yüzyılın başlarına kadar varlığını sürdürmüştür. Evliya Çelebi’nin anlatısına göre; “Fatih Sultan Mehmed, Beykoz civarında avlanırken Mahmud Paşa’nın Tokat’ı fethettiği haberini alır ve hemen buraya bir bahçe yapın, adı da ‘Tokat’ olsun” der.
“Tokat” sözcüğü eski Türk dilinde avlu anlamında kullanılan bir kelime olup, hâlen Antalya bölgesi Türkmenleri arasında “çevresi çitlerle çevrili ağıl” anlamında kullanılmaya devam edilmektedir. Fatih Sultan Mehmed bu bölgedeki avı sırasında özellikle av hayvanlarının muhafazası için çevresi çitlerle çevrili bir alan yapılmasını ister. Evliya Çelebi’nin aktardığı; “Tez şu mahalde bir bahçe yapılıp ismine Tokat Bahçesi desinler. Avlanan vahşi hayvanları saklamak için etrafına tokat çiti gibi çitler çekilsin” sözü de bu görüşümüzü doğrular. Tokat sözcüğü bazı bölgelerde “gebe atların güvenliğini sağlayan çitle çevrili alanlar” içinde kullanılmaktadır.
Fatih Sultan Mehmed’in Tokat Bahçesi içinde bir köşk, şadırvanı olan büyük bir havuz ve hamam inşa ettirdiğinden söz edilir. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde sık sık kullanılan bu bahçede bazı yeni düzenlemeler yapıldığından bahsedilir. Antoine Galland, 1 Ağustos 1673 günü, Ekim 1670 ile 1679 tarihleri arasında Osmanlı İmparatorluğu nezdinde Fransız Büyükelçisi olan Nointel Markizi Olier Charles-François ile Tokat Kasrı’nı gezer. “Diğer bütün kasırlarda olduğu gibi, uzun bir zamandan beri kullanılmadıkları için bozulan ve çürüyen birçok şilte ve yastıklar bulunduğunu” anlatır. Köşkün yakınında iki dikili taş bulunmakta olup bu taşlar Sultan IV. Murad’ın ok attığı uzunlukları göstermektedir.
Sultan Abdülmecid döneminde Tokat Bahçesi bir çiftliğe dönüştürülerek, padişahın annesi Bezmiâlem Valide Sultan’a devredilir. Sultan Abdülaziz döneminde ise saraya ait bir çiftlik olarak varlığını sürdürmekte olan bahçeden Hünkâr İskelesi’ne kadar uzanan geniş arazinin bir bölümünde iki adet kasır inşa edilir. 1867 yılında İmparator III. Napolyon’un daveti üzerine Paris’te açılan Dünya Sergisi’nin açılış törenine katılan Sultan Abdülaziz, bu ziyareti iade amacıyla İstanbul’u ziyaret eden İmparatoriçe Eugénie onuruna bir resmi geçit töreni düzenlenmesini düşünür. Bu münasebetle kasra yakın bölgede Beykoz Çayırı’nda bir tören kasrı inşa ettirir. Bu düzenleme muhtemelen Tokat Kasrı civarına yapılan son müdahaledir. Bundan böyle Tokat Kasrı ve Bahçesi sarayın ilgi alanı olmaktan uzaklaşacaktır. Artık Sultan Abdülmecid döneminde inşaatı tamamlanan Beykoz Kasrı daha gözde bir mekândır. Zaten uzun zamandır padişahlar ava çıkmaktan vazgeçmiş, bu eğlence eski bir anı olarak kalmıştır.
1950’li yılları takip eden zaman içinde Tokat Bahçesi yer yer işgale uğrayıp, önceleri gecekondu niteliğinde, daha sonraları ise üç dört katlı yapılarla dolar. Günümüzde Tokat Kasrı ve bahçesinden söz etmek mümkün değildir. Otuz kırk yıl öncesine kadar varlığını sürdüren yüz metre uzunluğundaki havuz bile doldurulmuş, çevresi park olarak yeniden düzenlenmiştir.
Teşekkür ederiz…

Dr. Mimar Sinan Genim Kimdir?
1945'te Kuzguncuk'ta doğdu. Bir dönem Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne devam etti. DGSA Mimarlık Yüksek Okulu'ndan 1969 yılında mezun oldu. 1971-1974 yılları arasında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu'nda Mimarlık Tarihi ve Rölöve asistanlığı yaptı. 1975'te İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi [DMMA] Mimarlık Bölümü Rölöve ve Restorasyon Ana Bilim Dalı'nda yüksek mimarlık eğitimini tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Türk ve İslam Sanatları Kürsüsü'nde 1980'de "Fethinden Lâle Devrine Kadar İstanbul'un İskânı, İskân Özellikleri ve Mesken Tipleri" teziyle edebiyat doktoru unvanını aldı.
Birçok konut projesine, kurumsal projeye, restorasyon ve avan çalışmasına imza attı. 1994'te IV. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri, Yapı Dalı "Koruma Sanatı" Ödülü; Antalya Kaleiçi'nde Bir Ev (Sevgi ve Erdoğan Gönül Evi) proje ve uygulamasına verildi.
Süren Evi, Mimarlık Atölyesi, Pitoresk İstanbul, Konstantiniyye’den İstanbul’a, XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi’nin Rumeli Yakası Fotoğrafları, Konstantiniyye’den İstanbul’a, XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi’nin Anadolu Yakası Fotoğrafları, Ayvazovski'nin İstanbul'u, İstanbul Yazıları, Mekansal Hafıza ve İstanbul, Sözler Sözcükler yayınlanmış eserleridir.