600 Yıllık Çınar’ın Yıkılışını Omuzlayan Adam: Sultan Vahideddin

Tarih 9 Eylül 2016 11:08
Videoyu Aç 600 Yıllık Çınar’ın Yıkılışını Omuzlayan Adam:  Sultan Vahideddin
A
a

Vicdanlar rahatlasın diye abisine “kızıl sultan” ona da “hain” damgası vuruldu. Peki; “Ben, Hanedân-ı Âli Osmânı ve kendimi tarihe terk eyledim. Elbette namuslu tarihşinaslar çıkacak ve kendilerini hiçbir vesaikten mahrum etmediğimi görerek hakkımda hükme varacaklardır” diyen Osmanlı Devleti son sultanı nasıl bir insandı?

Halid Ziya Uşaklıgil’in ifadesiyle: “İnsanlar tuhaftır! Fena bir şey yapmakta olduklarını hissedecek olurlarsa mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar”. Sultan Vahideddin’in sonu da bu şekilde oldu. Vicdanlar rahatlasın diye abisine “kızıl sultan”  ona da “hain” damgası vuruldu. Peki; “Ben, Hanedân-ı Âli Osmânı ve kendimi tarihe terk eyledim. Elbette namuslu tarihşinaslar çıkacak ve kendilerini hiçbir vesaikten mahrum etmediğimi görerek hakkımda hükme varacaklardır” diyen Osmanlı Devleti son sultanı nasıl bir insandı?
 
Sultan Vahideddin, 2 Şubat 1861’de Dolmabahçe Sarayı’nda dünyaya geldi. 1 yaşında babası Abdülmecid’i, dört yaşında annesi Gülisti Kadınefendi’yi kaybetti. Asıl veliaht olan Sultan Aziz'in oğlu Yusuf İzzedin'i intihar etmesi veya intihar süsü verilerek öldürülmesi üzerine veliaht oldu. Abisi Sultan Reşat’ın ölümünden sonra 4 Temmuz 1918’de Osmanlı Devleti’nin otuz altıncı ve son padişahı olarak tahta oturdu. Şartlar gereği 17 Kasım 1922 tarihinde ülkesini terk etme kararı kaldı ve vatanından ayrı olarak İtalya’da 16 Mayıs 1926’da vefat etti. Sultan Vahideddin Han orta boylu, zayıf, buğday tenliydi.  Gözleri ela, saçları kumraldı. Burnu dedelerininki gibi kemerli idi. Titizdi, intizam sahibiydi. Saray tedrisatından geçmişti. Arapça, Farsça ve Fransızca bilirdi. Musikiye düşkündü. Şair ve bestekâr idi. Hatta yazdığı bestelerin bir kısmını İstanbul’da Yıldız Sarayı’nda Mızıka-i Hümayun’a çaldırmıştı. Doğayı ve hayvanları severdi. Çengelköy Sarayı’nın arka tarafındaki bahçesinde Avrupa’nın muhtelif yerlerinden gelen çiçekleri vardı. Ve yine bahçesinde Arap emirliklerinden gelen gayet güzel cins atları vardı. Bahçedeki büyük kafeslerde kuş beslerdi. Hatta bahçesinde Habeşistan’dan getirttiği maymunları dahi vardı. Sigara içer; ancak içki içmezdi. Hatta içkiyi ve içeni de sevmezdi. Ancak sürgünde iken maiyetindekiler içki içiyorlardı. Bir gün baba yadigârı Cenaniyer Kalfa bu durumdan şikâyet etmiş ve sultana “Efendimiz, içkiden hoşlanmaz kendinizden uzak tutarsınız, o halde şu sarhoş ümerasını neden yanınızda tutar, ekmeğinizi, evinizi paylaşırsınız” demiş. Zatı şahaneleri de: “Onlar Allah tarafından sırtımıza yüklenmiş birer dünya meşakkatidir” diye cevap vermişti.


 
Sultan Vahideddin Hain miydi?
 
Hain ifadesi yanlış olmakla birlikte çok ağır bir ithamdır. Kaynakların ve hakkında araştırma yapanların çoğunluğu “Hatalı olabilir, yanlışları olabilir.  Maiyetindekileri ve devleti iyi yönetemedi denilebilir; ancak asla hain ve devleti bitiren bir insandı denilemez” ifadesinde mutabıktırlar. Sürgünde iken söylediği “Saray ve saltanat yıkılmış ne çıkar; vatan ve millet kurtuldu ya…” sözü de düşünüldüğünde iddiaların tam tersi olarak “vatanperver” olduğu söylenebilir. Hakkında bir hüküm vermek için tarih ilminin asli unsurlarından olan yaşadığın dönemin şartlarına bakmak gerekir. Çünkü Osmanlı Devleti’nin son sultanı, Devlet-i Osmaniye’de çok zor şartların yaşandığı bir süreçte tahta geçmişti. Tam bir enkaz almıştı. 1 Kasım 1914 günü girdiğimiz Birinci Dünya Savaşı’nda sonra elimizde yalnızca Anadolu kalmıştı. Bu savaş başlarken 6.Mehmet Vahideddin tahtta değildi.  4 Temmuz 1918’de tahta çıktı. Sebebi olmadığı savaşın mahsulü Mondros Mütarekesi ise 30 Ekim 1918’de imzalandı. Yani arada yalnızca 4 ay var. Bu 4 ayda kim ne yapabilirdi?  Ki tahta çıktığında 53 yaşındaydı. Bu yaşa kadar da Çengelköy Kasrı’nın içinde devlet anlayışını omuzlamaktan çok uzak olarak büyüdü. Kendisi de bu durumu "Ben devlet ve memleketine bir hizmet etmek ümidinde bulunmasaydım Çengel Köyü'ndeki köşkümde rahat rahat otururken bu ağır sorumluluğu kabûl etmezdim. Bu yaştan sonra mezarıma Pâdişah yazdırmak hevesinde değilim!” diye özetliyordu. Toplumun yapısı da aynı bugünkü gibiydi. Yani döneminde kökünü inkâr etme hastalığı olarak uygulanan Tanzimat dönemi toplumu vardı. Karaborsacılık alıp yürümüştü. Halk tabiri caizse süpürge tohumu yer haldeydi. Şeker satışları istismar edilmiş, tüccar kralları türemişti. Vagon ticareti ahlaksızlık sanatına dönüşmüştü. Hele gaz denen madde, artık hayal olmuştu.  Yönetimde tecrübe sahibi, idareciler de bir bir ayrılıyordu. Önce Sadrazam Ahmet İzzet Paşa istifa etti. Ardından gelen Tevfik Paşa’da kısa süre sonra istifa etti. Bunların yerine defalarca bu makama gelen Damat Ferit Paşa’da yetersiz kalmıştı. Zaten padişah da onun öngörülerini ve yönetimini hiç beğenmezdi.


 
Sevr Anlaşmasını imzalamadığı halde İstanbul işgal edildi
 
Sultan Vahideddin Sevr Antlaşmasını imzalamamıştır.  Ancak Batılı güçler buna rağmen hükümleri uygulamakta kararlıydılar. 13 Kasım 1919’da Batılı galip güçlerin donanması Sarayburnu ve Dolmabahçe kıyısına demirlendi. Uçaklarla hava saldırısı yapıldı. Yüzlerce vatandaşımız öldü. Her yer ateşten çembere dönmüştü. Bu şartlarda içimizdeki azınlıklarda sırtımızdan vurdu. Beyoğlu, Tünel, Kurtuluş gibi semtlerdeki gayrimüslimler inanılmaz bir sevinç yaşadılar. İngiliz, Yunan, Fransız, İtalyan ve hatta Japon bayraklarını etrafa asmakta gecikmediler. Tıpkı Balkan Savaşı’nda olduğu gibi. Anadolu’da ise durum daha vahimdi. Boyutu ayaklanmalara kadar varmıştı. Sultan Vahideddin bunlardan ve İstanbul’un işgal edilmesinden rahatsızdı. Hatta şahsını korumak için bırakılan taburu Ayasofya'ya göndermişti. Askerlere: "Aziz İstanbul'un fethinin sembolü Ayasofya'ya çan takmak isteyenlere ateş ediniz!" talimatı vermişti.
 
Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a Sultan Vahideddin mi gönderdi?
 
Bu şartlara rağmen bir şeyler yapma gayretindeydi. İşgalci devletlerin donanmasını gördüğünde derhal Fevzi Çakmak ve Genelkurmay Başkanı Cevat Paşaları yanına çağırdı. Orduya, donanmaya gönderdiği mektuplarda “Savlet-i haydarane (Arslanca kavga) ile düşmanla savaşmaya devam ediniz. Her yerde kemal-i selametle taşıdığınız sancağım, size daima zafer ve muvaffakiyet yolu göstersin” diyerek cesaret ve güven verdi. Daha sonra Mareşal Fevzi Çakmak’ın anılarında anlattığı gibi memleketi kurtaracak kumandan paşaların isim listesini istedi. Sadece Mustafa Kemal değil, bütün genç kumandanlar onun için bir umuttu. Hiçbir büyük komutanın İstanbul’da eli kolu bağlı kalmasına müsaade etmedi. Cafer Tayyar Paşa’nın Edirne’ye, Kazım Karabekir’in Erzurum’a, Ali Fuat Paşa’nın Ankara’ya atanmalarına mani olmayı düşünmedi bile Kazım Karabekir Paşa’yı yanına çağırdığında “ben ve millet sizlerden ümitliyiz” dedi. Mareşal Fevzi Çakmak anılarında “Padişahın kendisinden memleketi kurtaracak bir büyük askerin ismini istediğini” anlatmış ve “verdiği istenin başında Mustafa Kemal’in isminin yer aldığını söylemiştir. Anlaşılan o ki, padişah bütün bu genç paşaları teker teker yanına çağırmıştı. Bunları uzun uzun tarttığını Vahideddin’in daha sonraki yazışmalarından anlıyoruz. Paşalar mücadele etmenin önemini kavramıştı. Hepsi cesur ve donanımlı paşalardı.



Bu konuda Rauf Orbay’ın aktardığı önemli bir tespiti var: “Elbette bütün kumandanlar ben dâhil olmak üzere milli mücadelenin yapılmasından yanaydık ve elbette zaferi hepimiz ümit ediyorduk. Ama içimizde sadece Mustafa Kemal Paşa, gelecek günleri ve seneleri beyninde “Zamanlama” ya tabi tutmuştu. Liderliğe en layık kumandan Mustafa Kemal’di”diyor. Falih Rıfkı, Padişah’ın Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderilirken, “Paşa, Paşa! Şimdiye kadar Devlet’e çok hizmet ettin. Bunların hepsi tarihe geçmiştir! Şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa, sen Devlet’i kurtarabilirsin.” demiştir. Belki de İtalya birliğini sağlayan Hanibaldi örneğini düşünüyordu.  Yine, Mustafa Kemal Paşa’nın sofra hizmetinde bulunan Cemal Bey, Karabekir’in İstiklal Harbi’ni düşünenin kendisi olduğunu yazmasına sinirlendiğini, yanındaki katibi Tevfik Bey’e: “Beni, Milli Mücadeleyi açmak için bunca paşa arasından seçip Anadolu’ya gönderen Vahidüddin’dir. Eğer bu vatanı kurtaran birini aramak gerekirse, Vahidüddin’i göstermek lazımdır.” şeklinde konuşması da bu tezi güçlendirir tarzda. Yine Mustafa Kemal Paşa ilk meclisin vekillerine Padişahın arzularından ilham aldım demişti. Görevime devam ediyorum diyordu. TBMM’nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920’de Meclis Kürsüsü’nde Mustafa Kemal açık oturumda; “Mülkün sahibinin (padişahın) arzularından ilham aldığım azim ve imanla aciz görevime devam ediyorum” demişti. (TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 1, Ankara, 1940, s.9)

Hatta devamında da: “İstanbul’dan son olarak ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce şahsınız Boğaziçi’nde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek “Görüyorsunuz” dediniz. “Ben artık memleket ve milletin nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum” ve ellerinizi kaldırarak, “İnşallah millet akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan gerek beni gerekse kendisini kurtarır” şeklinde konuşmuştu. O Anadolu’dan hep umutluydu. Saltanat kaldırılmadan kaçan Damat Ferit Paşa, daha sonra İçişleri Bakanlığı yapacak olan Mehmet Ferit Paşa’ya gerçeği, belki de bilmeyerek şöyle ifade etmişti: “Zat-ı Şahane, izah edemediğim bir çelişki içinde. Biz mağlubiyetin müsebbiplerini arıyor ve sulh muahedemesinin şartlarını üzerinde yumuşama temenni için gayret sarf ediyoruz.  Zat-ı Şahane ise, bundan sonra ne yapılması gerektiğini düşünmekte ve Anadolu’dan ümit beklemektedir. Anadolu’dakilerin hepsi ittihatçı değil mi? Anadolu’dan ışık beklemek faidesizdir. Hangi millet, hangi ordu, hangi silahla mağlubiyeti bertaraf edebileceklerdir?” Bu ifade, bu zihniyet dahi Vahideddin’in bahtsızlığını, yalnızlığını anlatmaya yetmektedir. Bir de milli mücadeleye olan inancını ve desteğini de…


 
Mustafa Kemal 48 kişilik heyetle birlikte Samsun’a geçti
 
Padişah, şartlarına göre dengeli ve iyi bir diplomasi uygulamaya çalıştı. Şehzadeyken Mustafa Kemal Paşa ile Almanya seyahatine çıkmıştı. Araları iyiydi. Zaten Fevzi Çakmak’ın ifadelerinden de anlaşıldığı üzere Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişini fırsat görüyordu. Hemen her Cuma selamlığı sonrası görüşüyorlardı.  Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı son Cuma da görüştüler. Zaten ertesi sabahı paşa bakanlarla vedalaştı. İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey tarafından bizzat uğurlandı. Binlerce altınla beraber dönemin şartlarına uygun olan Bandırma vapuruyla izinli olarak gitti. Vapurda 48 kişi vardı. Samsun yolcularının arasından generaller, büyükelçiler, milletvekilleri ve hatta bir de başbakan çıkacaktı. Hatta heyette yer alan Kurmay Binbaşı Árif Bey, daha sonra, kader yoldaşlığı ettiği Mustafa Kemal Paşa’sına suikast hazırlığı içerisinde bulunmakla suçlanarak idam edilecekti. Vapur bazılarının iddia ettiği gibi izinsiz gitmedi ve eski de değildi. Eski bir gemiyle gitmesi neredeyse mümkün değildi. Zira Boğazdaki İngiliz gemilerinin arasından kırık dökük gemiyle ve de izinsiz çıkabilmesi zordu. Kaynaklara göre Sultan Vahideddin’in imzasıyla çıkış izni 5 Mayıs’ta resmi gazetede dahi yayınlanmıştı.
 
Sultan Vahideddin Anadolu’ya geçse idi; İstanbul Yunanlılara verilecekti
 
Sultan Vahideddin şayet milli mücadeleye açıktan destek verse Anadolu’daki milli uyanış gerçekleşebilir miydi? İstanbul’dan ayrılsa o günün başkenti anında Yunanlılara teslim edilmez miydi?  Zaten işgal güçleri bunu bekliyordu. Sultan başkenti bıraksa da çıksa diyorlardı. Yunanlıların İzmir’e girmesini destekleyen İngiltere Başbakanı Lloyd Goerge: “Hele Yunanlılar, Anadolu’da yürüsünler ve Anadolu’da Sultan’ı istemediğini ifade zorunda kalsın, o zaman İstanbul Rumlara verilebilir ve Sultan sarayından atılabilir.”diyordu. Bütün bunların yanında Rum Ortodoks Kilisesi’nin ve bütün Ortodoksların resmi lider konumuna yükseltilen Patrik Dorotius ve azınlık kökenli vekillerin Paris’teki çalışmaları biliniyordu. İçeride yaşanan şamatayı, azınlıkların zafer sarhoşluğunu, diplomatların yetersizliğini, ordunun rahatsızlığını, İstanbul Helenlilere verilmeli diyenleri sultan duymuyor muydu? Hepsini duyuyordu ve biliyordu. Genç kumandanlara ve Anadolu’ya güveniyordu. “Ümidim Anadolu’daki paşalarda, ben helak olsam bile onlar muvaffak olmalıdırlar” diyen bir sultan nasıl hain olabilir? 1. İnönü muharebesi sonrası sevincini gizleyemeyerek eski bir usul olan sarayda ziyafeti dahi gerçekleştirmişti.



Bir dönem Sultan Vahideddin’in Anadolu’ya iltihak edeceğine dair özel istihbarat raporları dahi hazırlanmıştı. Fransa’nın Cumhurbaşkanı Raymond Poincare’nin Fransız işgal kumandanlığına yazdığı mektupta: “Türk padişahının daha sıkı bir kontrol altına alınması gerektiğine sizin de benim gibi inandığınızı sanıyorum. Padişahın Anadolu’ya geçmesi halinde İstanbul üzerinde müttefiklerimizle aramızda patlak vermesi muhakkak olan anlaşmazlıkların giderilmesi ve önlenmesi amacı ile, bu tedbirlerin süratle alınarak durumun nezaketine dikkatinizi çekmek isterim” şeklinde uyarı yapmıştır. Buna rağmen milli mücadeleye destek vermek amacıyla yola çıkan Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Anadolu’ya gitmesini engellememiştir. Ancak Ankara hükümeti, şehzadeyi Kastamonu İnebolu limanından geri göndermiştir.
 
İşgalci yetkililerin birçok talebini Kanuni Esasiye uygun bulmayarak imzalamıyordu. Direnmeye çalışıyordu.“İtilaf Devletleri pek amansız. Gece gündüz ne çektiğimi bir Allah bilir bir de ben bilirim... Fikirlerini söylemek değil, açıktan açığa dayatıyorlar. Ben meşrûtî bir hükümdar olduğum hâlde güya mutlak bir hükümdar imişim gibi davranıyorlar... İstiklâlimizi kurtarmak için mecburen bu hâllere katlanıyoruz... Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum. Saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim. Bunlardan kimseye bahsedilmiyor; millete de malumat verilmiyor. Elbette bir gün tarih bu hakikatleri yazar..."diye hayıflanıyordu. Görülüyor ki, bu süreçte öyle bir strateji ve diplomasi uygulamalıydı ki; işgalci devletlere hiçbir gerekçe vermemeliydi. Ancak devletin de işgalden kurtarmalısına katkı sunmalıydı. Netice’de Yunanlılarda İzmir’le yetinmemiş içlere doğru ilerliyorlardı. İşgal güçlerinin gücü ortadaydı, ülkenin bölünmüşlüğü ortadaydı. Şartlar her geçen gün zorlaşıyor, ayaklanmalar başlıyordu. Halkla, Anadolu’yla irtibat zordu. Telgraflar ve diğer iletişim araçları takip altındaydı. Sarayda ve dışında kimin hain kimin vatansever olduğu muallâktı. Hilafet ve saltanat yetkilerini denge çerçevesinde kullanıyordu. İngilizlere yakın durarak en azından Yunan işgalinin önüne geçmek istiyordu. İdam fetvaları da veriliyordu. Hatta verdirilmek zorunda bırakılıyordu. İşgal süresince İstanbul’da İtalya siyasi komiseri olan ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya Dışişleri Bakanlığı da yapan Kont Sforza anılarında fetva konusuna; “İdam fetvalarını biz verirdik; ama imzayı atanlar Padişah başta olmak üzere, Mustafa Kemal’in Anadolu zaferine gizli gizli dua ediyorlardı” diye açıklık getiriyor.
 
Saltanat kaldırıldı, Halife Vahideddin ülkeyi terk etti
 
Döneminde iki tane hükümet vardı. Biri ecnebilerin direkt tesiri altında kaldığı İstanbul Hükümeti, diğeri milli mücadeleyi yürüten Anadolu Hükümeti. Fakat dikkatlerden kaçmamalıdır ki, ikisi de, makam-ı Saltanat ve Hilafet’e bağlılıklarını ilan etmekteydiler. Ancak Ankara hükümeti tam bağımsızlık için fedakar ve vefakar Anadolu halkını bilinçlendirmişti. Büyük kahramanlıklar sonucunda Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki Anadolu düşmanı bozguna uğratmıştı. Yani birlik ve beraberlik, azim ve cesaret kazanmıştı. İstiklal Harbi zafer ile neticelendikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti 1 Kasım 1922′de hilafet ile saltanatın ayırdı. Saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile ilan etti. Padişah Vahideddin Han’ın adı hutbelerden kaldırıldı. İstanbul ve Anadolu basınında aleyhinde yazılar çıkmaya başladı. Bütün bunlar 600 yıldır devleti yöneten, sancağı kıtaları saran, düşman korku salan bir hanedanın sonu anlamına geliyordu. Bu kanunu tebliğ için gelen Refet Paşa, Sultan ve saray erkânı tarafından saygıyla karşılandı. Refet Paşa, Anadolu Hükümeti’nden aldığı kesin talimat gereği padişah değil, halife hazretleri diyordu. Anadolu’daki efkârın karışmış olduğunu, belki kendilerinin mahkemeye dahi sevk edilebileceğini söylüyordu. Padişah, mahkemeye sevk edilmeye hazır olduğu yanıtını verince Refet Paşa; Hanedan’ın, Devlet’in ve milletin selameti, ahali içinde karışıklığa meydan verilmemesi için fedakârlıkta bulunmaları lazım geldiğini söylüyordu. Bu cümleyle inadı kırıldı ve memleketi terk etme kararı aldı. O ki devleti parçalanmasın diye “Tiz, uluğ oğlum Murad’a haber salın. Ben hod, bu döşekten kurtulamazsam; Murad gelmeden ben ölürüm. Memleket birbirine tokuşur. Tedarik edin; vefatım duyulmaya” diyen Çelebi Mehmet’in torunuydu. Ülkesinin bekası, dininin devamı kendisinden daha mühimdi. Ve nitekim kendisini yok sayarak 15 Kasım 1922’de, belki ileride geri çağırılırım ümidiyle vatanı terk etti. Ancak bu ümidini sürgün uzadığında, hayalleri parçalandığında kaybetti.
 
Padişahlığı alınan Vahideddin İngiliz oyunuyla halkın gözünden düşürüldü
 
Onun gemiyle uzaklaşması İngiltere yardımıyla olmuştur. Doğrudur; ancak buradaki İngiliz oyunu ve tuzağı da görülmelidir. “Halife bize sığındı” diye propagandaya başlayan İngilizler, Sultan Vahideddin’i itibarsızlaştırmışlardır. Hem padişahı hem koskoca cihan devleti Osmanlı’yı şanına yakışmayan bir sona sürüklemişlerdir. Bu Kosovalardan Mohaç’a, Ridaniye’den Preveze’ye kadar büyük zaferlere mazhar olmuş bir hanedanın da itibarsızlaşmasına sebebiyet vermişti. Son padişah Vahideddin’in ülkeyi terk etmesi kısa süre de firar etti halini almıştı. Hatta kaçtı denilmiştir. Kaçtı, firar etti denilerek bir itibarsızlaştırma politikası uygulanmıştır. Böylesine bir sultan imajı halk nezdinde de büyük infial uyandırmıştı. Görülüyor ki ülkeyi terk etmesi onun öngöremediği bambaşka boyut almıştı. Saltanatı ve kendisini savunanları da zor durumda bırakmıştı. Bir süre sonra da Sultan vatana ihanetle suçlandı. Halifelik makamından alındı. Ardından yeni halife kararı meclis içerisinden seçilen bir heyet tarafından hanedandan Abdülmecit Efendi’ye verildi. Dikkatlerden kaçan husustu şuydu. Yeni “Halifeyi meclis seçti, atadı. İleride de meclis görevden alabilir” denilmek isteniyordu. Ve öyle de oldu.
 
Ülkeden ayrılırken yanına sigara tablasını dahi almamıştır
 
Aslında Sultan Vahideddin’in vatanı terk etmesiyle Ankara Hükümeti’nin elini kolaylaştırmış oldu. TBMM’yi de rahatlattı. Bunun farkında olan Sultan Vahideddin sürgünde: “Facialara ve olaylara kalkan olamadı isem de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim, kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım. Dinine, devletine, vatanıma ve milletine hıyanet edenlerin aziz Allah’ın kahreden kudretli gücüne hedef olması için yakarıyorum” diyordu. Onun sürgünde yaşadıklarını bilen Refet Bele: "Şu, İtalya'da sürünen Vahdeddin'in encâmına bak! Bu tâlihsiz hükümdar vatanını kurtarmak için elinden geleni yapmış amma sonunda kimseye yaranamamış olmak şöyle dursun, ismi vatan hâinine çıkarılmış bir bedbahttır. Ben onun, Mustafa Kemal'i bu işe sevk ve teşvik eden tek adam olduğunu yakından biliyorum. Elbette bu hakîkat bir gün tarihe intikâl edecektir."demekten kendini alamıyordu. Giderken hiçbir şey götürmedi. Unutulmamalıdır ki tarih sahnesinde Osmanlı hanedanı kadar ahlaki geleneklerini muhafaza etmiş bir başka saltanat yoktur. Birçok taç ve taht sahipleri hükümlerini yitirmiştir. Onların birçoğu dışarıya hazineler kaçırırken, Osmanlı Devleti’nin hiçbir hükümdarı bunu aklından dahi geçirmemiştir. Vatanına ve dinine asla ihanet etmemişlerdir. Vahideddin de etmemiştir. Ülkeyi terk ederken sigara tablasını dahi bırakmış, Devlet hazinesine kayıt edilmesini istemiştir. Sürgün’de aç yoksul kaldı. Borç batağına saplandı. Kendisiyle beraber sürgüne gönderilen, yanında kalan saraylılarına hiçbir şey hissettirmedi. İtalya’da, Malta’da ve Mekke-i Mükerreme’de sürgün hayatı yaşadı. Şerif Hüseyin’in oyununa gelmedi. Batılılara da asla boyun eğmedi. Çok zor günlerin ardından, mayıs ayının esintili bir akşamında yalnız başına uzandığı yatağında hayata veda etti. Hiçbir gürültü çıkarmadan, ortalığı velveleye vermeden ve kimseden yardım dilenmeden gözlerini kapadı.


 
Naaşı günlerce bir kilisenin morgunda kaldı
 
Cenazesi San Remo’da günlerce hacizli kaldı. Hiçbir Türkiye Cumhuriyeti Devleti yetkilisi yanına dahi uğramadı. At sırtında, ellerinde kılıçlarıyla Viyana’ya kadar ulaşan, milletine yaklaşık 20 milyon metrekarelik toprak kazandıran bir hanedanın mensubuna, son padişaha 3 metrekarelik mezar yeri dahi verilmedi. Dünyanın birçok yerinde imparatorlar, devlet büyükleri tahtından oldu. Ama hiçbirisinin sonu bu kadar hazin olmadı. Alacaklıları dahi öldüğünü duyar duymaz alacaklarının peşine düştü. Tabutu haczedildi. Cenazesi günlerce bir kilisenin morgunda kaldı. 600 yıllık bir devlete hükmeden hanedanın son hükümdarı ki bu halifeydi. Hanedan üyeleriyle birlikte Cezayirli, Mısırlı, Pakistanlı, Lübnanlı kim varsa orada toplandı ve aralarında para toplayıp haczi kaldırdılar. Suriyeliler ve diğer sevenleri kendilerine düşeni fazlasıyla yaptılar ve muhteşem bir cenaze töreniyle Şam’daki Yavuz Sultan Selim Camiine defnettiler. Bu bile günümüzde birçoğumuza bir şey ifade etmiyor. Bilindiği gibi “Yunan Ordusunu İzmir’e çıkaran, Anadolu’yu kan gölüne çeviren Venizelos dahi milli mücadele bittiğinde affedildi. Hatta ülkemize geldiğinde devlet başkanı gibi karşılandı.” Ancak neredeyse bir asır olacak son Osmanlı padişahı Vahideddin hala hain olarak anlatılıyor. Düşünün eski başbakanlarımızdan Bülent Ecevit hayattayken “Vahdettin hain değildi” dedi. İade-i itibar yaptı diye büyük tepkilere maruz kaldı. İşte Sultan Vahideddin’in mücadelesinin yalnız dışarıda değil, aynı zamanda içeride de olduğunun ispatıdır.
 
Evet, o tarih mahkemesinde savunması dahi alınmadan “hain” ilan edildi. Hem de yaşadığı dönemine, yaptıklarına bakılmaksızın. O koskoca Osmanlı Devleti’nin yükünü omuzlarına aldı. Devleti felakete sürükleyen o değildi. Savaşlara giren, halkı fakirleştiren, sistemi körelten o değildi. Tahta da taca da talip değildi. Son padişah olmayı düşünmezdi. Ancak kader ona bunu yaşattı. Ve bin bir emekle kurulan koskoca Osmanlı Devleti’nin yıkılışına; imanla, ihlâsla alınan Halifelik makamının kaldırılışına tanıklık etti. O bugün yok. Ancak tarih mahkemesinde de gönüllerde olduğu gibi beraat etmesi gerekiyor. Çünkü unutulmamalıdır ki İbni Haldun’un ifadesiyle “Su nasıl suya benzerse, gelecek de öyle maziye benzer.” nKendisini rahmet ve minnetle anıyoruz.

 
Kaynaklar;

Vahdeddin’den Mustafa Kemal’e-İlhan Bardakçı, Şahbaba- Murat Bardakçı, Sultan Vahdeddin’in San Remo Günleri-Rumeysa Aredba, Tarih Unutmaz Yüzbaşım- Nezih Uzel, Küllerin Altında Yakın Tarih-Mustafa Armağan, İslam Tarihi 3- Ziya Nur Aksun, Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar- Fethi Tevetoğlu.

Ayhan ÇİFTÇİ
 
1000
icon

Henüz yorum yapılmadı,
İlk Yorum yapan siz olun...

duyurular DUYURULAR
editörün seçtikleri EDİTÖRÜN SEÇTİKLERİ
hava durumu HAVA DURUMU
anket ANKET

e-gazete E-GAZETE
arşiv HABER ARŞİVİ
Bu haber ilginizi çekebilir! Kapat

İstanbul'dan Dünya'ya Tarih'in İzinde