Sirkeci-Eminönü Bölgesi Gezi Yazısı

Kategori: İstanbul Gezileri - Tarih: 10 Nisan 2015 19:57
Sirkeci-Eminönü Bölgesi Gezi Yazısı

İstanbul Tarih ve Kültür Topluluğu’nun 10. gezisi olan Sirkeci-Eminönü mıntıkasını gerçekleştirmek üzere modern deyişle kuzenim, âmiyane tabirle dayımın oğlu İrfan ile yola koyulduk. Gezi mahaline 20 dakika erken ve aç karnına gelmiş olmanın dayanılmaz hafifliğini üzerimizden atıp biraz ağırlık kazanmak üzere kahvaltılık mekân aradık. “Her sabah aynısı, İçimizde kahvaltı sevdas

İlk mekân Sirkeci Garı idi, bundan sonra Marmaray İstasyonu olarak daha sık anılacağa benziyor. Biz daha çok tarihi geçmişi ve estetik özellikleriyle ilgilendik. Garın dış dünya ile iletişimindeki önemini 1871 yılında İstanbul’a gelen Orient Ekspresi ekseninde dinledik. Öğrendik ki, Sultan Abdülaziz demiryolunun yapılmasında “Sırtımdan bile geçirseniz razıyım” diyerek Topkapı Sarayı’nın arazisinden geçmesine izin vermiş. Alman mimar Jasmund oryantalist üslupla inşa etmiş, Mimar Kemalettin Bey’i yetiştirmek üzere yanına almış ve gar inşaatında yardımcısı olarak görevlendirmiş. Garın inşaatı da Ulu Hakan Abdülhamid Han tarafından bitirilerek hizmete alınmış… (işin gerçeği buraları internetten bakıp yazdım, çünkü geç kaldığım için Zülgaip Hoca buraları anlattıysa da ben duymadım) Sonra müze kısmına bakalım dedik, kapalı olduğu için oraya giremedik. Zülgaip hoca “hafta içi gelin girin güzel objeler var” tarzı bir şeyler söyledi ama ben girip gördüğüm için biliyorum hep ıvır zıvır dolu. Bildiğiniz ıvır zıvır, satsanız kimse almaz… Bir tane tren var, o da trenin ön tarafı ona çıkıp fotoğraf çektiriyorlar, “vagonların dahiline tükürmek memnudur”, “cigara ve kibritleri dışarı atmak memnudur”, “oturulacak yer”, “vagona inip binerken kapıya tutunmayınız” gibi uyarı levhaları var. bazı efemeralar var, demiryollarına ait eşyalar var. Yani sırf burası için gelip görmeye değmez ama yolunuz düşerse uğrarsanız bir şey kaybetmezsiniz. neyse biz dışarı çıktık.
 
1927 yılındaki bir kanunla Osmanlıya ait kitabeleri ve tuğraları kazıma modası başlamış, Kraldan çok Kralcılar sanat değeri yüksek tuğraları ve kitabeleri yerlerinden sökerek, kazıyarak ortadan kaldırmış. Sirkeci garı da bundan nasibini almış, kitabeler levhalarla boyanarak kapatılmış ve Sultan Abdülhamid Han’ın tuğrası kazınmış… Elin Almanı yapmış, memleketin çocuğu(!) yıkmış. Kitabeler kazınmış mı yoksa üzeri mi kapatılmış tam olarak bilmiyoruz. Bunu anlamak için Ahmet Melik kardeşimiz “merdiven varsa levhaları sökelim” deyince bu fikir kafama yattı. Ne de olsa benim için “geçen ay padişaha yakışmadığı için Eyüp’deki Sultan Mehmet Reşat Çıkmazı tabelasını yerinden söktüğüm” söyleniyor, görenlerin yalancısıyım.

Oradan devam ettik ama daha kötüsünü duyduk, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Caminin saz evi olarak kullanıldığını öğrendik. 1927 yılında çıkarılan camilere düzen verme kanunu çerçevesinde lüzumsuz olarak görülen bu cami dönemin yöneticileri tarafından satılmış. Bazı kaynaklarda caminin yıkılarak yerine gazino yapıldığı, bazılarında ise cami şeklinin traşlanarak saz evine çevrildiği yazıyormuş. Her halükarda “Allah” nidalarının yükseldiği bir mekanın Anadolu’dan İstanbul’a ilk kez gelen veya içki içerek dansöz seyretmek isteyenlere peşkeş çekildiğini öğrenince bilmediğimiz tarihi gerçeklerle yüzleştik. Ama elhamdülillah 1980’li yıllarda zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı ziyaret eden çevre esnafları tarihi caminin yeniden yaptırılması ricasında bulunmuşlar, o da cami arsasının temizlenerek yeniden aslına uygun olarak yapılması talimatını vermiş ve Merzifonlu Camii Osmanlı mimari tarzında yenilenmiş hali ile tekrar yapılmış.

Peşinden gittiğimiz Sirkeci Büyük Postane’de de medeniyetin katledildiğine şahit olduk. Burada Abdülhamid Han’a ait tuğranın kazındığını üzülerek gördük. Bununla yetinmemişler, binanın boyunca iskele kurup devlet armasındaki tuğrayı kazımışlar. Bunları duyduktan sonra binanın sanatsal yönünü es geçip İkinci Abdülhamid Han’ın talimatıyla Mimar Vedat Bey’e yaptırılan Hobyar Camii’ni gördük. 1473 yılında Fatih döneminde yaptırılıp zamanla yok olan bu cami postane binasıyla aynı anda yeniden yapılmış…

Yolumuz Birinci Abdülhamid Han türbesine düştü. vukuatsız yer olur mu? Burasının vukuatı da Hamidiye Külliyesine ait medresenin ticaret borsası olarak kullanılıyor olması… Zülgaip Hoca konuyu anlatırken İbrahim Bey’in tuzak sorularına düşmedi ama içini dökmeden de edemedi. Kendisine hak verdik. Türbeyi kitabeler üzerinden dinledik. Ben 4. Mustafa’ya pek ısınamamış birisiyim esasen, o da bu türbede yatıyor, Alemdar Mustafa Paşa’nın ise hayranıyım. neyse bu bahse fazla girmeyeyim. Peygamberimiz’in(s.a.v) ayak izini gördük. Eyüb Sultan Türbesi’nde ve 3. Mustafa Han’ın türbesinde de görmüştük, Ancak hiçbirisi diğerine benzemiyor, bunun sebebini anlayamamış olsam da fazla kurcalamıyorum. Zülgaip Hoca Hamidiye Külliyesi’nin camisinin Beylerbeyi’nde Rabia Şermi Valide Sultan Camii olduğunu, “Beylerbeyi camii diyen bizden değildir” düsturuyla ifade etti. Bu camiye gidip görmüş ve adının Hamid-i evvel olduğunu duyunca şaşırmıştım. Mantık olarak Hamid-i evvel ismi verilmesi saçma zaten ama nedenini bilmiyordum, bu sayede gerçek adını da öğrenmiş oldum.
 
Dördüncü Vakıf Han hakkında bilgi aldıktan sonra Zülgaip Hoca akide şekerinin karşılıklı akitleşmeden geldiğini söyledi ama karşılıklı akitleşmenin şekerle ne alakası var o kısmı anlamadım. Sonra bir baktık lokum müdürü Ahmet Melik Efendi, sınıfta yazılıdan en yüksek notu almış öğrenci edasıyla dükkandan çıkıp “İstanbul Tarih olarak yine bir ilke imza atalım dedik. Sizlere Hacı Bekir amcamızın o güzel şekerlerinden ikram edelim istedik” diyerek bizi dükkana yönlendirdi. Ben de sandım ki hediyelik lokum paketinden verecekler. Meğerse dükkanın sahibiyle konuşmuşlar, adamlar bize küçük lokumlardan ikram ediyor, birer tane alıp kenara çekiliyoruz. Biraz düşük bütçeli İstanbul Tarih farkı oldu gibi… O ara Ahmet Melik Bey, lokum tutan şahsa soruyor “Siz Hacı Bekir’in torunlarından mısınız?” Adam “yok ben personelim” diyor. buyur burdan yak.
 
Sonra Hidayet camiine gittik. Gayrı ahlaki yaşantının sürdüğü, sokağının “melek girmez” olarak anıldığı, bekarların yoğun olarak yaşadığı yere bir cami yapılarak bu uygunsuzluğun önüne geçilmiş. Peşinden Arpacılar Camiinin hikayesini de dinledikten sonra Yeni Cami Hünkar Kasrı, Hünkar Rampası, Kuş Evleri, muvakkithane ve türbeyi gördük. Türbede beşi bir yerde padişah mezarları var, mekanları cennet olsun… Yeni Cami’yi tüm yönleriyle öğrendikten sonra kuşlar konsun diye evler yapan ecdadın, kuşlar konmasın diye dikenler koyan torunları olarak utanarak çıkışa yöneldik. Merdivenlerde toplu fotoğraf alalım dedik, o işi de Zülgaip hoca halletti. Adamın on parmağında on marifet var maşallah.

Öğle namazını Rüstem Paşa Camii’nde kılalım dedik. Hava soğuk, sular da aynı şekilde… Soğuk suda abdest alırken bir arkadaş, hocanın birisinin “Günümüzün soğuk savaşı soğuk suda abdest almaktır” tarzı bir laf ettiğini söyledi, iyi ki o hocaya tabi değilim de sıcak sudan şaşmıyorum. Bu soğuğa en az 5 kat sevap bekliyorum şahsen… neyse tavuk döner ve kebap kokuları eşliğinde abdest alıp camiye girdik. Allah’tan caminin ilk saflarının ısıtıldığını biliyorum da hemen ön safa yönelip orada namazımı eda ettim. farza girerken hocanın anonsu bizi dumura uğrattı: “topuklarınız öndeki mavi çizgiye gelecek şekilde safa durun”… adam neyi hesaplamış. Hadi cami dolu olsa anlarım da sadece iki safta cemaat var… namaz bitince Fatih Hoca geldi, “Erol hiç böyle mihrap gördün mü?” dedi, “Alt tarafı çini, üst tarafı mermer”.. “Vallahi Fatih hocam dedim ben camideyken ayakkabılarım çalınmasın diye onları kontrol ediyorum, sağa sola bakmıyorum”… sonra toplanıp Zülgaip hocayı dinledik. Rüstem Paşa’nın hayatını balkondan atlamasından tutun bitine kadar öğrendik. Güvenlik’in “ama olmuyor ki böyle, ben size kısık sesle demedim mi?” şeklindeki feryatlarına fazla muhatap olmamak için dışarı çıktık.
 
 “Seyahat Ya Rasulallah” demek için Ahi Çelebi Camiine yöneldik. Ancak Cumartesi günü Abdülhamid Han’ı anma gününde koskoca tramvay yolunu kapatan İstanbul Tarih ve Kültür Topluluğu, Eminönü’nde karşıdan karşıya seyahat yapmak için hiçbir program yapmamış. Zaten gezi sigortasız olduğu için risk altındayız, bir de malulen emekli olma durumu yaşıyoruz. Tamam, gezdiğimiz yerlerde Osmanlı Sigorta Şirketinin “Ya Hafız” levhalarını görüyoruz ama resmi prosedürde geçerliliği kalmamış. acaba yolda ölürsek “Şefaat Ya Rasulallah” diyelim de iki duyguyu da yaşayalım diye planlı bir mevzu muydu?… bunu anlayamadan zor bela kendi imkanlarımızla karşıya geçtik. Biz de gezgin olduğumuza göre İstanbul’da gezginlerin piri olarak düşündüğümüz, bir mezarı bile olmayan Evliya Çelebi’nin hatırasına hürmeten camiye girdik. Burayı da dinledikten sonra Baba Cafer Zindanı’na doğru harekete geçtik. Kahve kültürünü, kahve içerek uygulamalı tatbik etmek üzere Kubbe-i Aşk’a yöneldik. Burada Zülgaip Hoca’nın “Sade kahve içmeyen dünya ahiret bacım olsun” tarzı bir söylemi vardı, kamerayı kapattığım için tam ifadeyi alamadım. 25 kişiden sadece 2 kişi sade kahve içti, demek ki kahve çayın yerini tutmuyormuş (ne alakaysa). Ben de Macchiato içtim. ya adamlar yapamadı, ya ben ne olduğunu bilmiyorum… Zülgaip hoca biraz kahveden, biraz saraydan bahsetti ve geziyi nihayete erdirdik. Ama biz mi geziyi bitirdik gezi mi bizi bitirdi onu hesabı öderken öğrendik. Bir arkadaşın hesabı ödediğini öğrenince sevindim, teşekkür edeyim diye adamı buldum, ama sadece hanımların hesabını ödemiş. Teşekkür edemedim haliyle. Hesabı ödemek için kasaya gittim, 3 kahveye 30 lira ödedim. parayı uzatırken elim titredi resmen… ben o paraya iki kilo çay alıp iki hafta içerdim. Kahvenin 10 lira olduğunu bilseydim Fatih hocaya “kahveler benden” der miydim… Ki o Fatih Hoca Topkapı Sarayı’ndaki Konyalı Restaurantında “yemekler benden” deyip fiyatları görünce gerisin geriye dönmüş iken… O ara gözümün önüne Ahmet Melik’in bizi lokumcuya götürürken yaptığı sunum geldi: “İstanbul Tarih farkıyla sizlere Hacı Bekir amcamızın o güzel şekerlerinden…” devamını getiremedim sunumun… “Nerede İstanbul Tarih farkı” dedim… Hatta “Nerede Ahmet Melik, nerede İbrahim, nerede İstanbul Tarih’in kendisi”

http://www.istanbultarih.com/haberprint/sirkeci-eminonu-bolgesi-gezi-yazisi-186.html